25 YAŞIMDA ÖĞRENDİĞİM EN ÖNEMLİ ŞEY
- Ayşe PELİKLİ
- 17 Oca
- 3 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 5 Nis

Kendini sevmek! 25 yaşında öğrendiğim en önemli şey kendini sevmek. Kendimi sevmeyi öğrenmedim aslında. Kendimi sevdiğimi öğrendim. Kendini sevmenin ne kadar önemli olduğunu ve her şeyin başlangıcı olduğunu fark ettim. Öyle her yerde yazılan çizilen kendinizi şımartın minvalinde popüler bir sevgi anlayışından bahsetmiyorum. Gerçek bir sevgiyle sevmekten bahsediyorum. Tüm çıplaklığıyla!
Sevginin tanımını netleştirmek gerek önce. Genel kanının aksine sevgi, bir duygu değildir. Çünkü duygular, beynin limbik sistemi tarafından hazırlanır ve kendiliğinden ortaya çıkar. Bu sistem aynı zamanda hafızayı yönetir. Bu yüzden ne anlama geldiğini bilmediğimiz şeylere üzülemez, hangi sonuçları doğuracağını bilmediğimiz şeyden korkamaz, doğrusunu bilmediğimiz yanlışlara şaşıramayız. Duyumsamak için bilmek şarttır. Yeterli altyapıya sahip olmadığımız durumlarda kolektif bellek ve bilinçaltı, bu bilme işlevini bizim için üstlenir. Bu sistem ise duyguları birer refleks haline getirir. Ancak sevgi, kendiliğinden ortaya çıkmaz. Sevgi bir refleks değildir. Sevgi, görünmez bir bağdır. Bağlılık hissetmediğimiz şeyi sevemeyiz. Sevdiğimiz şeye ise sıkı sıkı bağlanırız. Kaçarı yoktur. Şöyle bir düşünün… Kendinize ne kadar bağlısınız? Sıkı sıkı tutabilir misiniz kendi ellerinizden? Yoksa ondan kaçar mısınız her zoru gördüğünüzde? Bu soruların cevabına ulaşana kadar, yani bağlılık sürecinde hangi aşamalardan geçiyoruz? Ya da hangi aşamalarda takıldığımız için bağlanamıyoruz kendimize?
Erich Fromm’a göre sevmenin dört temel unsuru vardır: Özveri, sorumluluk, saygı ve empati. Sevdiğimiz şeye tüm kaynaklarımızla bakabiliriz. Onunla fedakarca ilgileniriz. Ona zarar gelmesin, o rahat etsin, o potansiyeline ulaşsın, o en iyi versiyonu haline gelsin diye gece gündüz çalışırız. Sevdiğimiz şeye karşı sorumluluk hissederiz. Onu korumak, onun ihtiyaçlarını gidermek, hayatını ona göre şekillendirmek bir mecburiyettir. Sevgi, disiplin ister. Sevgi, alelade yaşayabileceğiniz bir şey değildir. Aleladelik sevginin doğasına aykırı. Sevdiğimiz şeye saygı duyarız. Yani onu bu hayatta aması fakati olmayan net bir yere koyarız. Ona bir kimlik, bir sıfat kazandırırız. Ona bir yer açarız kendi hayatımızda. Alenen ona ait olan bir yer açarız. Ve onu özgür bırakırız. “Sevgi özgürlüğün çocuğudur” der Fromm. Sevdiğimiz şeyin kendi şeklini bulmasına izin veririz. Ve asla korkmayız bizi bırakıp gitmesinden. Son olarak sevdiğimiz şeyle empati yaparız. Yakınlıktır amacımız. Ona ne kadar yakın olursak onu o kadar iyi anlarız. Onu ne kadar iyi anlarsak ona o kadar yaklaşırız. Sevdiğine yaklaşmak, karşı konulmaz bir ihtiyaçtır çünkü.
Tüm bu anlattıklarımı bir şeye benzetebildiniz mi? Çocuk yetiştirmeye benziyor evet. Her birimiz kendimizin ebeveyni olmalıyız. Kendini yetiştirmek denen şey, kendini sevmekle başlar. Sonsuz bir emek! O meşhur filmin son sahnesinde söylendiği gibi… Sevgi gözümüzü açıp gördüğümüz bir şey değildir. Sevgi gerçekten de emektir. İnşası da yıkımı da zordur sevginin. Yaptım oldu diyemezsiniz. Yıkıldı bitti diyemezsiniz. İnsan kalbi, en büyük sarsıntılarda bile emeklerini yıkmayı reddeder. Sevmeye programladığı şeyi, sevmemeyi reddeder. Bunca emek neden peki? Değer verdiğimiz için. Siz sevilmeye değer misiniz? Kendi sevginizi hak ediyor musunuz? Kendinize hak ettiğiniz değerli şeyleri sunabiliyor musunuz yoksa zahmet isteyen değerli şeylerden kaçıp değersiz ama en azından sizi yormayan basit şeylere mi yöneliyorsunuz?
Ben sevgi tanımına bir de şunları ekliyorum: Sabır, şefkat ve güven! Sabır, çok bariz bir sevgi göstergesidir. İnsan, yapısı gereği tahammülsüz bir varlık. Zamanla yarışıyoruz bir kere. Sevmediğimiz şeye sabredemeyiz. Bu yarışta kendinize tahammül edebiliyor musunuz? Kendinizi bekleyebiliyor musunuz? Yoksa gözünüz hep ya ötede ya beride mi? Kendinize şefkat gösterebiliyor musunuz? Acımaktan bahsetmiyorum. Hataları ört bas etmekten bahsetmiyorum. Kendini kabullenmekten bahsediyorum. Var oluşunuzun her bir parçasını bağrınıza basabilir misiniz? Kendinize her koşulda güveniyor musunuz? 100 kere de hata yapsam 101.’de doğruyu bulabilirim. Her basamakta düşsem de her birinde kalkabilirim. Kendime her türlü sırrımı söyleyebilirim… Burası önemli. Kendimle korkmadan konuşabilirim. Kendime karşı kimseye olamadığım kadar dürüst olabilirim. Kendimden bir şeyler isteyebilir, kendi isteklerimi dinleyebilirim. Bazen kendimle aynı fikirde bile olmayabilirim. Ama kendimi yargılamam. Kendimi duymaktan, kendimi anlamaktan korkmuyorum.
Benden içerideki benle cesurca tanışabilirim. Korkmadan ona her adımda biraz daha yaklaşabilirim. Çünkü ona güveniyorum. Onun sadece sevgi beklediğini biliyorum. Orada ne bulacaksam onu sevmeye hazırım. Çünkü başka çarem yok. Hiçbirimizin başka çaresi yok. Çünkü insanın üzerine atlayıp kendinden uzaklaşabileceği bir atı yok. Çünkü insan, bir kaplumbağa gibi evini sırtında taşır. Bütün mesele, yaşanılacak bir ev inşa etmektir sevginin kucağında. Bir yuvadır insanın aradığı daima. Sorgusuz sualsiz atıldığı dünyada sıcak bir yuva… Ana rahminde alıştığı sıcaklığı bulamadığı hiçbir yere yuva diyemez. Oradaki gibi bir kordonla bağlı olmadığı, oradaki gibi çıplak olmadığı, var olmaktan da yok olmaktan da korkmadığı yere yuva diyemez. Kendini saklamaya çalıştığı ya da kendini anlatmaktan yorulduğu yere yuva diyemez. İnsanın en büyük özlemi, anlaşılmaktır aslında. "İnsanın evi, anlaşıldığı yerdir". İnsan anlaşıldığı yeri, insan hafiflediği yeri, insan huzurla uykuya daldığı yeri unutabilir mi? Nereye giderse gitsin insan evini özler. Ne kadar uzağa giderse dönüşü o kadar yaklaşır. Ve mutlaka döner. Hikayenin sonunda herkes evine döner. Kendinize döndüğünüzde karşılaşacağınız şeyi tanıyor musunuz? Siz evinizin yerini hatırlıyor musunuz?
Comments